Faruk Kılınç

Bir zamanlar bir dostun kapısını çalmak için elimizde telefon değil, cesaretimiz olurdu. “Müsait misin?” diye sormaz, giderdik.

Çünkü bilirdik ki dostlukta “rahatsız etmek” diye bir şey yoktur; sadece “gelmen ne iyi oldu” vardır.
Şimdi… parmaklarımız ekranlara dokunuyor ama yüreklerimiz birbirine dokunamıyor.

Sosyal medya, adına “bağlantı” dediğimiz o sahte köprüleri inşa etti.

 Fotoğraflar, hikâyeler, beğeniler… Hepsi bir tıklama uzağımızda. Fakat bütün o kalabalığın ortasında, her geçen gün biraz daha yalnızız.
Prof. Dr. Gül Esra Atalay’ın da dediği gibi, yüzlerce arkadaş listemiz var ama gerçek anlamda yanımızda olan kaç kişi kaldı?

Dostluk dediğin şey, bir ekranın arkasına sığmaz. O; sessiz bir omuz, içten bir gülüş, yargısız bir dinleyiştir. Mesajlaşmalarda değil, göz göze bakışlarda filizlenir.
Ama biz şimdi “görülmeyi” önemseyip “görmeyi” unuttuk.
Birine “iyiyim” yazarken aslında içimiz paramparça. Ama kimsenin fark etmesine izin vermiyoruz; çünkü o kadar çok “görüyoruz” ki, kimseyi “gözden” görmüyoruz.

Belki de yeniden çevrimdışı kalmanın zamanı gelmiştir.
Bir kahve içmek için bir bildirim değil, bir niyet yeter.
Bir dostun sesini duymak için kulaklık değil, kalp gerekir.

Gerçek dostluklar hâlâ bir yerlerde, sessizce bizi bekliyor.
Ekranların parıltısında değil, içten bir “nasılsın?”da saklılar.
Yeter ki biz de bir süreliğine “çevrimdışı” kalmayı göze alalım…